Bilinen anlamıyla caz müzik, ilk olarak bir liman şehri olan New Orleans’ta ortaya çıkmış ve kısa sürede dünyayı etkisi altına almayı başarmıştı. New Orleans’ın liman şehri olması, caz müziğinin gelişimi için önemli detaylardan biriydi. Çünkü o dönemde New Orleans, dünyanın dört bir yanından gelen müzisyenlere ev sahipliği yapıyordu. Farklı kültürlerin buluşma noktası olan bu Amerikan şehrinde çeşitli müzik türlerine ait seslerin sokaklarda yükselmesi caz müziği için bir zemin oluştururken New Orleans’ın o dönemde Amerika’daki kölelerin davul sahibi olmalarına izin veren tek şehir olması da cazın gelişiminde etkili olmuştur. Her şeyden önce, o bölgede yaşayan köleler, bu ayrıcalık sayesinde müzik geleneklerini sürdürmeyi başarmışlardı. Hatta Amerikan İç Savaşı’ndan sonra birçok köle, müzisyen olarak iş bulmayı dahi başarmıştı.
Başlangıçta böyle bir serüvene sahip olan caz müziği, kısa sürede dünyanın dört bir yanına yayılarak farklı müzik türlerini de etkilemişti. Tüm bunlar birleştiğinde caz müziğinin özündeki o çok kültürlülük, çeşitlilik ve özgürlüğün tesadüfi olmadığı anlaşılıyor.
Kilise ilahilerini, kölelerin kendi kültürlerini yaşatmak için varlığını devam ettirdikleri şarkılarını ve Küba ritim tarzını içeren caz müziği, aslında 1890’lara kadar kayda değer büyük bir çıkış yakalayamadı. Bu arada caz müziğinin gelişimine değinirken Scott Joplin için ayrı bir parantez açmakta yarar var. Çünkü Joplin, dönemin en ünlü sanatçılarından biriydi ve tam 44 orijinal ragtime parçası bestelemişti. Joplin’in ölümünden sonra ise diğer sanatçılar, caz müziğe doğaçlama eklemeler yapmaya başladılar. Bu durum aynı zamanda modern cazın doğmasını da sağlamıştır.
Aradan geçen süre sonunda, tarihler 1920’leri gösterdiğinde, caz artık bir müzik türü olarak iyiden iyiye benimsenmiş ve başta ABD ve Avrupa olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde popülerliğini artırmıştı.
Roaring Twenties dönemiyle birlikte bir takım sosyal ve politik değişimler yaşanmaya başlanmıştı. Amerika, zengin ama tanıdık olmayan bir tüketici toplumuna dönüşmüştü. Mesela insanlar aynı ürünleri satın almaya başlıyor, aynı müziği dinliyor ve aynı dansları yapıyorlardı. Fakat birçok Amerikalı sanılanın aksine aslında bu yeni kitle kültüründen rahatsızdı. Öyle ki Amerika Birleşik Devletleri’ndeki birçok insan için 1920’ler eğlenceli olmaktan çok çatışma ortamıyla özdeştir. Ancak ülkenin büyük şehirlerindeki bir avuç genç için durum biraz daha farklıydı. Çünkü tüm bu gelişmeler aslında caz müziğinin, daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlıyordu. O dönemde Louis Armstrong, Duke Ellington ve Count Baise gibi müzisyenler bir gecede kendi başarı hikâyelerini yarattılar. 1938 tarihinde Carnegie Hall’daki tarihi Benny Goodman konseriyle caz müziği deyim yerindeyse doruk noktasına ulaştı; çeşitli etnik kökenden birçok müzisyen bu salonda caz icra etmek için bir araya geldi.
Ellington ve Armstong gibi müzisyenler yaşamlarının son anına dek caz müziğini geliştirmeye devam ettirmiş olsalar da caz müzik, yerini artık Big Band adı verilen döneme bırakmaya başlamıştı. Kısacası, Büyük Buhran ile sona eren caz müziğin hâkimiyeti aslında pop kültürü üzerinde hâlâ etkiliydi. Bunda müzisyenlerin caz müziğindeki değişime, yeni stiller ve alt türlerle katkı yapmasının da payı büyüktür.
1949 yılında İstanbul Radyosu’nda yayın yapan Erdem Buri, Türkiye’deki dinleyicilere yavaş yavaş caz müziğini aşılamaya başladıysa da Türkiye’de caz, asıl olarak 1950’li yıllarda talep görmeye başlamıştı. O dönemde Ankara ve İstanbul radyolarından yayınlanan eğlence programları ise caz müziğinin ülkemizdeki popülerliğini iyiden iyiye artırmıştı.
1940’ların sonuna doğru Cüneyt Sermet; Müfit Kiper, Turhan Taner ve İlham Gencer ile birlikte Bob Sextet’i kurdu. Sermet, 1951 yılında ise Arto Haçaturyan ve Aarif Mardin ile ilk modern büyük orkestrayı hayata geçirdi. Cüneyt Sermet, aynı zamanda genç ve yetenekli bir tenor olan İsmet Sıral’ın modern cazı keşfetmesine öncülük eden isimdir. Sermet, yine bu yıllarda Sıral ile kurduğu altılının, müzik direktörlüğünü üstlenmişti. Bu arada Türkiye’nin ilk Türk caz sanatçısı Sevinç Tevs de bu altılıda ün kazanmıştı.
Cüneyt Sermet’in Türkiye’de caz müziğinin gelişmesindeki katkıları bununla sınırlı değildir. Onun müzik dünyasına kazandırdığı önemli müzisyenlerden biri de İzmir doğumlu piyanist Nejat Candeli’dir. Necdet Karar ile birlikte İstanbul’da çalışmaya başlayan Cendeli, İstanbul Radyosu’nda emisyonlara katılmasının ardından Erol Pekcan ile çalışmaya başladı. 1980 yılında Belçika’ya yerleşen usta müzisyen, aynı zamanda Ankara Devlet Opera ve Balesi üyesidir.
1950’lere baktığımızda dikkat çeken bir başka müzisyense Kemal Sural’dır. Badi Kemal diye bilinen sanatçı Üsküdar Halkevi’nde müzik yapıyordu. 1940 yılında Hulki Saner Orkestrası’na giren müzisyen, aynı zamanda İstanbul Radyosu’ndaki emisyonlara da katılıyordu.
1950’li yıllarda dikkat çeken bir başka müzisyen ise davulcu Röne Koen’di. Mehmet Akter ile çalışan müzisyen, etkisini uzun yıllar sürdürmeyi başarmıştır. Yine aynı yıllarda İskenderun’da çalışan davulcu Andre Çoğal da oldukça önemli bir figürdü.
1950’li yıllar aynı zamanda Amerikalı caz ustalarının da Türkiye’yi ziyarete başladığı yıllardı. Dizzy Gillespie Orkestrası, Dave Brubeck Dörtlüsü ve Louis Armstrong bu ziyaretlerin en çok akılda kalan isimlerinden sadece birkaçı.
Türkiye’de ilk caz kulübü ağız armonikası ustası Hasan Kocamaz tarafından “306” adıyla Bebek’te açılmıştı. Bu kulüp o dönemde birçok caz sanatçısına ev sahipliği yapması açısından önemliydi. Ayrıca o dönemlerde Muvaffak Falay ve İsmet Sıral Altılısı konserlerde seyircileri etkileri altına alarak, inanılmaz etkiler bırakıyordu. Dizzy Gillespie ve Dave Brubeck gibi isimlerin Saray Sineması’nda verdiği konserlerle birlikte Türkiye’de caz müziğe olan ilgi iyice artmıştı. Bu dönemlerde Şan Sineması gerçekten de caz müziği için önemli mekânlardan sayılıyordu. Ancak tabi bunların dışında birçok mekân açılmıştı. Mesela o yıllarda Caddebostan Mehtap, Taksim Belediye Gazinosu, Kervansaray ve Maksim gibi mekânlar caz konserlerinin yapıldığı öne çıkan yerlerdendi. Bunlar arasında en mekan olan Maksim Gazinosu, ırkçılıktan kaçıp Türkiye’ye sığınan ve daha sonrasında kalıcı olarak yerleşen Fred Thomas tarafından kurulmuştu. Bu yönüyle farklılaşan mekân sonraki yıllarda Fahrettin Aslan tarafından işletilmeye başlamış ve yenilenmişti.