10.02.2018
Kuşkusuz, artık 19. yüzyılı hatırlayan, bu dönemi deneyimleriyle dile getirenler aramızdan yavaş yavaş ayrıldılar. Bu yüzyıl kafamızda; okuduklarımızla, gördüklerimizle ve belki de dinlediklerimizde vücut buluyor. Yani tasvirlerimiz, kitaplarımız, gezip gördüğümüz yerler ve dinlediğimiz müziğe güveniyoruz. Çünkü, birinci ağızdan dinlenilen anıların birçoğu, bizi çoktan terk etti.
19. yüzyıl özelinde halen düşünmeye devam ediyorsak, kendimize öncelikle şu soruyu sormamız gerekiyor: 19. yüzyıl tam olarak ne zamandı?
İngiliz tarihçi Eric Hobsbawn, klasikleşen dünya tarihi serilerinde, bize bu periyodu 1789-1914 arası olarak veriyor. Yani tam olarak, Fransız Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar geçen dönemden bahsediyoruz. Bu zaman dilimi, farklı akademisyenler tarafında da fazlasıyla kabul görmüş durumda.
İkinci ve daha önemli soruysa şu: 19. yüzyıl neden bu kadar önemli?
Öncelikle, Batı merkezci düşünce yapısından uzaklaşsak bile, Avrupa’nın, dünyanın geri kalanı üzerinde hiç olmadığı kadar egemenliğini kurduğu ve çevresini etkilediği bir dönemdeyiz. Siyasi, kültürel ve teknolojik olarak Batı’nın lider olduğu bir zaman dilimi. Bu yüzyılın Fransa ve İngiltere’si, belki de bir daha hiç olmadıkları kadar güçlü ve dünyanın geri kalanıyla makası açmış durumdalar. Kültür hayatımıza giren modern kurumların birçoğu, bu dönemde şekillendi: Müzeler, kütüphaneler, fotoğraf, sinema ve istatistik bilimi.
Bütün bu gelişmeleri gözleyebildiğimiz bir başka alansa, sanayileşme. 20. yüzyılın başına gelindiğinde, yaşadığımız dünya, çok daha farklı bir fiziksel yapıya sahipti. 19. yüzyıl boyunca sanayi tipi üretim yaygınlaştı ve buna bağlı olarak içinde bulunduğu toplumları değiştirdi. Kuşkusuz, bu üretim tipinin kendine, dünyanın farklı yerlerinde eşit seviyede yer edinebildiğini söyleyemeyiz. Ancak, yaşanan değişiklikleri görmezden gelemeyeceğimiz de çok açık. Hatırlatmakta fayda var: Batı’nın bu yüzyılda kat ettiği mesafeye eleştirel olarak bakarak da, bu dönemi anlamak mümkün.
Kütüphaneleri ele alalım. Her ne kadar, 1753 yılında kurulsa da, British Museum koleksiyonunun bilimsel kütüphaneciliğin temellerini attığını söyleyebiliriz. İtalyan göçmen Sir Anthony Panizzi, 1831 yılında çalışmaya başladığı müzede, 1856 ve 1866 yılları arasında sistemli bir kütüphane katalogu geliştiriyor. Akademisyenler için okuma odaları kuruyor ve British Museum, bütün dünya için bir örnek teşkil etmeye başlıyor. Halen de öyle. Son derece ironik bir biçimde, Karl Marx da, kapitalizm karşıtı tezini bu müzede geliştiriyor. Bu dönemde, kütüphanelerin ulusların gurur kaynağı olmasından mütevellit, Amerika Birleşik Devletleri’nde Library of Congress’i kurarak, 20. yüzyılın başında dünyanın en değerli kütüphanesine sahip oluyor.
Müzelerin de bu dönemde önemli bir rol kazandığını görüyoruz. Londra’da Victoria & Albert Museum, Viyana’da Kuntshistorisches gibi devasa yapılar ortaya çıkıyor. Milliyetçiliğin bir hayli etkilediği bu akımın bir başka sonucu da, yine hepimizin aşina olduğu Londra’daki National Portrait Galley’nin, 1856’da emperyal duruşu kuvvetlendirmek için kurulması oluyor. Müzelerin yanı sıra, dünya fuarları da önem kazanıyor. Emperyal güçlerin, adeta askeri, teknolojik ve bilimsel olarak kat ettikleri mesafeleri gösteren bu fuarların, kuşkusuz en önemlileri Paris’te gerçekleşiyor. Öyle ki, 1889’daki Exposition Universelle, Paris şehrine Eyfel Kulesi’ni armağan ediyor. 1900’de gerçekleşen ikinci fuarı, tam 50 milyon kişi takip ediyor. Bu fuara katılan ülkelerden biri de, Osmanlı İmparatorluğu.
Bilimsel gelişmeler, elbette ki edebiyata da sirayet ediyor. 19. yüzyılda dünya edebiyatının en önemli eserlerine tanıklık ediyoruz. Edebi realizmin ürettiği eserlere hepimiz aşinayız. Gustave Flaubert, Emile Zola, Jane Austen, Ivan Turgenev, Leo Tolstoy ve Dostoyevski gibi isimlerin tamamının bu damara ait olduğunu söylemek çok iddialı olmayacak.
Edebiyatın geliştiği bu yıllarda, kitlelere seslenen medya kuruluşlarının da sosyal hayatta yer edindiğini görüyoruz. Tahmin edebileceğiniz üzere, ilk telgraf 1844 yılında kullanılmaya başlanıyor. Sadece 6 yıl sonra İngiliz Kanalı’na ilk denizaltı kablo döşeniyor. 1866’ya geldiğimizde ise telgrafla kıtalar arası haberleşmek artık mümkün. Bu gelişmeler insanların güncel haberlere ulaşma imkanlarını çoğaltırken, matbaa teknolojileri de ilerlemeye devam ediyor. Bu konuda, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini ayrı tutabiliriz. 1860 yılında New York Herald gazetesi, günde 77 bin kişiye ulaşarak haber yayıyor. New York Tribune ise haftalık baskısıyla 200 bin kişinin eline geçiyor ve Karl Marx gibi global muhabirlere sahip.
Anlayacağınız, 19. yüzyıl, insanlık alışkanlıklarını ve yaşayışını her anlamda değiştirirken, sosyal, kültürel ve siyasi alanda dokunulmadık mevzu, açılmadık kapı bırakmıyor. Bu heyecan verici dönemin etkilerini, 21. yüzyılda hala gördüğümüzü söylersek, gerçeklikten çok da uzaklaşmış olmayız. İyi düşününüz.
19. yüzyıl, bizim bildiğimiz anlamda modern dünyayı kurdu. İcatlar, kültürel alanda gelişmeler, bilim, teknoloji, sanayi, medya ve küresel ulaşımdaki kolaylıkların temelleri, bu dönemde atıldı. Bu ‘uzun’ yüzyılı anlamaya dair, sadece, ufak ama değerli bir adım attık.